Tasarım Argümanı
Sevgili ziyaretçimiz, bu makalemizde Tanrı’nın varlığı konusunda tasarım argümanını Hristiyan bakış açısıyla irdeleyeceğiz. Bizim temel kaynağımız Tanrı sözü olan İncil’dir. Eğer kargo dahil ücretsiz İncil almak isterseniz aşağıdaki linkten formu doldurmanız yeterlidir. Size iyi okumalar diliyoruz.
Akıllı Tasarım ve Evrenin Dizaynı
“Sadece bilimden hiçbir şey anlamayan bir çaylak, bilimin dini sildiğini söyler. Eğer gerçekten bilimi incelerseniz, sizi Tanrı’ya yaklaştırdığını göreceksiniz.” James Tour, Nanobilimci
Bu delil teknik olarak Teleolojik Argüman diye adlandırılır. Teleolojik kelimesi Grekçe dizayn/tasarım manasına gelen telos kelimesinden türetilmiştir.
Argüman şöyle dizilir:
1) Her tasarının bir dizayn edicisi/tasarımcısı vardır.
2) Evren çok büyük ve kompleks bir tasarımdır.
3) Öyleyse evrenin bir tasarıcısı vardır.
Isaac Newton (1642-1727) güneş sisteminin harika dizaynına bakarken, Teleolojik Argümanı doğrularcasına hayranlıkla şunları söylemişti, “Bu harikulade güzel güneş, gezegenler ve gök taşları sistemi; ancak çok bilge ve güçlü bir varlığın görüş ve egemenliğinden çıkmış olabillir.”
Bu argümanı güçlü yapan kişilerden biri, William Paley’dir (1743-1805). Paley’in, “Her saatin bir saatçi ustası vardır” çıkarımı, bu argümanı ünlü yapmıştı. Elimize herhangi bir saat alsak; bunun kendi kendine ortaya çıktığını, içindeki düzenin kendi kendine oluştuğunu iddia edemeyiz. Bir ustası, tasarımcısı olmalıdır. Doğadaki şuursuz olan kuvvetler; rüzgar, yağmur, deprem, erozyon ya da bunların değişik bir bileşiminin; bu saati yarattığını söyleyemeyiz. Kesinlikle biliriz ki şuurlu, zeka sahibi bir varlık bu saatin yapıcısıdır. İşte bilim insanları bugün evrenin bu saatten bile daha mükemmel ve hassas ölçülerle dizayn edildiğini görmekteler.
Doğrusu evren o kadar hassas kurulmuştur ki, dünyada hayat oluşabilmesi için gerekli olan tüm koşullar sağlamıştır. Dünya gezegeni bir düzine imkansız ve birbirine bağlı hayatı destekleyen koşulları içerir. Ayrıca bu onun, uçsuz bucaksız ve tehlikeli evrende, bir vaha olmasını sağlar. Bu yüksek derecede hassas ve birbirine bağlı çevresel koşullar, Antropik Sabitler olarak adlandırılırlar. Bunlar Antropik Prensipleri oluştururlar. Nasıl astronotlar uzayda, uzay mekiği olmadan hayatta kalamazlarsa; aslında bizim içinde dünya böyle bir uzay mekiğidir. Dünyadaki hayatın devamını sağlamak için geniş çapta tarif edilmiş ve şans eseri oluşmuş birkaç sabit değil, aksine ince belirlenmiş ve hassas şekilde tasarlanmış 100’den fazla sabit gerekmektedir. Bunların en önemlilerinin bir kısmını sıralayacağız:
Antropik Sabitler
Oksijen Seviyesi:
Dünyadaki oksijen seviyesi %21’dir. Bu seviye bir antropik sabittir ve dünyadaki hayatın devamı için hassas bir şekilde ayarlanmıştır. Eğer oksijen seviyesi %25 olsaydı, sürekli ani yangınlar çıkardı, eğer %15 seviyesinde olsaydı, insanlar boğulurlardı.
Atmosfersel Geçirgenlik:
Atmosferin geçirsenlik derecesi bir antropik sabittir. Eğer atmosfer daha az geçirgen olsaydı, yeteri kadar güneş radyasyonu yeryüzüne ulaşamazdı. Yeteri kadar güneş ışığı ve ısısı alamazdık. Eğer daha çok geçirgen olsaydı bu seferde çok aşırı radyasyona maruz kalırdık. (Ayrıca; atmosfersel geçirgenliğin yanı sıra atmosferdeki nitrojen, oksijen, karbondioksit ve ozon seviyelerinin her biri antropik sabittirler)
Ay-Dünya Yerçekimsel Etkileşimi:
Eğer ay ve dünya arasındaki yer çekimsel etkileşim, bugün olduğundan daha şiddetli olsaydı; okyanuslardaki gelgite, atmosfere ve eksen etraflarındaki dönme zamanına olan etkisi, çok ciddi sonuçlar doğuracaktı. Eğer daha az olsaydı, yörüngedeki değişiklik iklimlerde düzensizliğe yol açacaktı. Her iki durumda da dünyadaki hayat imkansız olacaktı.
Karbondioksit Seviyesi:
Atmosferdeki CO2 seviyesi yaklaşık %27’dir. Eğer daha yüksek bir seviyede olsaydı, kaçak sera etkisi oluşturacaktı ve hepimiz yanacaktık. Eğer daha düşük olsaydı, bu sefer de bitkiler fotosentez yapamayacaktı ve hepimiz boğulacaktık.
Yerçekimi Kanunu:
Eğer yer çekiminin gücünü 0.0000000000000000000000000000000000000001 oranında
değiştirseniz, ne güneş ne de biz var olurduk. Mükemmel bir hassasiyet! Evrenin harika ahenginin boyutu, Antropik Prensipleri belkide Tanrı’nın varlığına en güçlü argümanları sağlamaktadırlar. Yukarıda bahsettiğimiz gibi yeryüzünde hayatın varlığını mümkün kılan toplam 122 antropik sabitler vardır. Beş tanesini sıraladık, şimdi bir 10 tane daha sıralamak istiyoruz:
(6) Eğer gezegenlerin hareketlerindeki merkezkaç kuvveti, hassas bir şekilde yer çekimi gücünü dengelememiş olsaydı, güneş etrafında hiçbir şey yörüngesinde duramazdı.
(7) Eğer evren milyonda bir oranında daha yavaş genişliyor olsaydı, yıldızlar oluşmadan çok öncesinde genişleme durmuş ve evren içine çökmüş olurdu. Eğer daha hızlı olsaydı da, hiçbir galaksi oluşmazdı.
(8) Fizik kanunlarının her biri, ışık hızının bir fonksiyonu olarak tanımlanabilir (saniyede 299,792,458 metre). Eğer ışığın hızında en ufak bir değişim olsa, bu diğer sabitleri etkilerdi. Bu da dünyadaki yaşamı olanaksız kılardı.
(9) Eğer atmosferdeki su buharı oranı şimdikinden fazla olsaydı, bu, kaçak sera etkisine yol açardı ve bu da sıcaklığın insan hayatını yok etmesine sebep olurdu. Eğer daha az olsaydı, meydana gelecek yetersiz sera etkisi insan hayatını sona erdirecek aşırı soğuklara sebep olurdu.
(10) Eğer Jupiter şu an ki yörüngesinde olmasaydı, dünya gök isimleri tarafından bombardımana tutulacaktı. Jupiter’in yer çekimi alanı, bir nevi elektrikli süpürge vazifesi görür ve asteroidleri, gök taşlarını vakumlar.
(11) Eğer yerküre kabuğu daha kalın olsaydı, bu oksijenin yeryüzüne gereğinden fazla baskı yapmasına sebep olurdu. Eğer daha ince olsaydı, tektonik ve volkanik hareketler yaşamı imkansız kılardı.
(12) Eğer dünyanın ekseni etrafındaki dönüşü 24 saatten daha uzun sürseydi, gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı aşırı fazla olacaktı. Eğer daha kısa olsaydı, atmosferdeki rüzgarların hızı aşırı hızlı olacaktı.
(13) Dünya ekseninin 23 derece eğik olması aslında gereklidir. Eğer bu eğiklik minimal oranda değişecek olsa, yeryüzündeki sıcaklıklar aşırı olacaktı.
(14) Eğer atmosferdeki elektrik akımı boşalması (şimşekler) daha yoğun olsaydı, sürekli yangınlar olurdu. Eğer daha nadir olsaydı, topraktaki nitrojen düzenlemesi yeterli olmayacaktı.
(15) Eğer dünyadaki sismik aktiviteler daha çok olsaydı, hayat kaybı çok fazla olacaktı. Ancak daha az olsaydı da, okyanus tabanlarındaki ve nehir içindeki besinler tektonik yükselme ile tekrar kıtalara geri dönmeyeceklerdi, sirkülasyon olmayacaktı (evet, depremlerde hayatın devamı için gereklidir).
Astrofizikçi Hugh Ross, evrende bu 122 sabitin bir gezegende var olma olasılığını hesaplamıştır. Evrende 1022 tane gezegen olduğu varsayılmaktadır (bu çok büyük bir rakamdır, 1’in yanına 22 tane 0 koyacaksınız). Verdiği cevap çok şok edicidir: 10138’de 1 ihtimal. Yani arkasında bir tasarımcı olmadan, evrendeki herhangi bir gezegenin bizim sahip olduğumuz hayatı destekleyen şartlara sahip olma ihtimali sıfırdır.
Nobel ödüllü Arno Penzias, “Astronomi bizi eşsiz bir olaya yöneltti, yokluktan var edilen evren aynı zamanda hayatın idamesi için gerekli tüm koşulları sağlamaktadır. Saçmaca imkansız bir tesadüf olmaksızın, öyle gözüküyor ki; modern bilimin gözlemleri doğaüstü bir plan olduğunun altının çizilmesini öneriyor.” demiştir.
Hayatın Dizaynı
“Tanrı hiçbir zaman bir ateisti ikna etmek için bir mucize yapmadı, çünkü yaptığı sıradan işler yeterli delili sağlıyor.” Ariel Roth
Sahil kenarında yürürken dalgaların vurduğu kumsalda büyük bir kalp işareti, içinde, “Kaya Esra’yı seviyor.” diye bir yazı, üzerinde de bir de ok işareti görseniz; hemen ne düşünürdünüz? Kaya’nın tüm dünyaya bir mesajı. Biri çıkıp, “Görüyor musun, senede milyonlarca dalga bu kıyılara vuruyor. Sonunda da çok harika bir mesaj yazmışlar!” dese ne dersin?
Bugün maalesef doğacı biyologlar buna inanılmasını öneriyorlar. Basit yaşamdan bahsediliyor. Hayatın kökenini açıklamaya çalışırken; şuursuz doğa kuvvetlerinin, hayat sahibi olmayan kimyasalların bir anda, şuur sahibi bir varlığın müdahalesi olmaksızın, hayatı ortaya çıkardığını ifade ediyorlar. Böyle bir teori, hücreleri ve harikulade karmaşıklığını inceleyebilecek teknolojiden yoksun 19. yüzyıl bilim adamlarına makul gelebilirdi. Ama bugün doğacı teori, bildiğimiz tüm doğa kanunlarını ve biyolojik sistemleri hiçe saymaktadır. Doğrusu buradaki en can alıcı soru; basit yaşam diye adlandırdığımız tek hücreli canlıların aslında ne kadar basit oldukları ya da olmadıklarıdır.
Makro-evrimde hayatın kökenini izah etmek için önerilen argüman şöyledir: Dünyanın çok eski çağlarında bir zamanda, sıcak bir gölde, bazı kimyasal etkileşimler ve doğal kuvvetler aracılığıyla tek hücreli amipler ortaya çıktı. Daha sonra bu amipler, uzun hatta milyonlarca yıl içerisinde, daha karmaşık canlılara evrildiler. Yaşamın kökeni hakkındaki bu teoriye inananlar, birçok değişik adlarla anılırlar. Örneğin doğacı, evrimci, materyalist, ateist ya da Darwinci gibi.
Dünyada ayrıca evrimci testler vardır, ki bunlar evimin Tanrı kontrolünde olduğuna inanırlar. Darwin’in çıkarımında insanlar; maymunlardan, kuşlardan ve sürüngenlerden evrilmişlerdir ve aynı ortak ataya sahiptirler. Her ne kadar bu tüm yaşam biçimlerinin birbiriyle alakaları vardır çıkarımının kendi içinde birçok problemi olsa da (ki bu konuya ileride değineceğiz), asıl en temel problem; ilk yaşamın kökeninin izahıdır. Böyle şuurlu bir varlık tarafından yönetilmeyen, makro-evrimin doğru olabilmesi için ilk yaşamın aniden bir takım yaşam sahibi olmayan kimyasallardan türemesi gerekmektedir. Darwincilere çok yazık olacak ama, ne bu ilk organizma ne de herhangi bir yaşayan organizma; basit olmaktan çok çok ötedir.
Bu gerçek, özellikle 1953’de James Watson ve Francis Crick DNA’yı (Deoxyribonucleic Acid) bulduklarında daha da açığa çıktı. Bu kimyasal, her yaşayan varlığın bina edilmesi ve kopyalanıp çoğalması için olan direktifleri kodlar. DNA’nın bükülmüş bir merdiven gibi sarmal bir yapısı vardır. Merdivenin iki kenarı birbirini izleyen dioksiriboz (deoxyribose) ve fosfat moleküllerinden oluşur. Basamaklar ise dört nitrojen bazının özel bir sıralamasından oluşur. Bu nitrojenlerin bazları A adenin, T timin, S sitozin, G guanin’dir. Bunlar bugün dört harfli genetik alfabeyi oluştururlar. Bu alfabe ile Türkçe alfabe, mesaj iletme açısından aynı şekilde işlerler. Tek fark; Türkçe alfabe 29 harften, genetik alfabe ise 4 harften oluşur. Nasıl ki bu yazıdaki harflerin özgül sıralaması kapsamlı bir mesaj veriyorsa, aynı şekilde bu dört bazın özgül sıralamaları canlı organizmanın özel genetik yapısını belirler.
İster bir yazıda ister DNA’da olsun, bu mesajın bir diğer adı, “Belirlenmiş Kapsamlılık”dır (specified complexity). Yani hem kapsamlıdır, hem de özel bir mesaj içerir. Bir iğne ucuna yüzlercesinin sığdığı tek hücreli bir amipin DNA’sının içerdiği mesajı düşündüğünüzde, hayatın bu belirlenmiş kapsamlılığı daha gözler önüne seriliyor. Amipin hücresinin çekirdeğindeki mesaj, 30 Ana Britannica Ansiklopedisi cildini dolduracak kadardır ve sadece 4 harf kullanılarak yazılmıştır. Tüm amipin DNA’sı ise 1000 Ana Britannica Ansiklopedisi cildini dolduracak kadar bilgi içerir. Yani amipin DNA’sındaki kodu yazmaya kalkarsak, bu kadar cildi doldurur.
Bunlar, bu 4 bazın rastgele sıralanmış hali değildirler. Aksine özel bir sıra ile sırlanarak bir kod, yani belirlenmiş kapsamlılık oluşturulmuştur. Amip’in, “ilkel canlı” olarak adlandırılmasının ne kadar yanlış olduğu gözler önündedir. Darwinciler akıllı bir tasarımcıyı baştan denklemden çıkarırlar ve tek alternatif olarak doğa kanunlarını öne sürerler.
Bilim Felsefeye Mahkumdur
Ateistlerin genelde yaptıkları bir iddia şudur: “Evreni izah etmek için Tanrı’ya ihtiyacımız yok! Dindar insanlar Tanrı’yı bilime sokmaya çalışırlar. Bu şekilde doğru bilim yapılamaz.” Bilimin her şeyi izah edilebileceği tamamen bir yanılgıdır. Felsefenin nerede başladığı ve bilim adamlarının inanç seçimlerinin yaptıkları bilimi nasıl etkilediğinin ayırımını iyi yapmamız lazım. Bilimin her şeyi açıklayamayacağına dair beş örnek sıralamak istiyorum:
1) Matematik ve mantık (bilimin bunları baştan varsayması, bilimin bunları ispatlayabileceği manasına gelmez)
2) Metafiziksel gerçekler (mesela, benimkinden başka akılların var olması)
3) Etiksel yargılar (Nazilerin kötü bir şey yaptıklarını bilimle ispat edemezsiniz, çünkü ahlak bilime bağlı değildir)
4) Estetik algılar (güzellik, bir şeyden hoşlanma, bilimle ispat edilemez)
5) Bilimin kendisi (bilimsel metotlarla doğruyu bulacağımız inanışı bilimsel metotlarla ispat edilemez)
Evet; gözlemlerle, deneylerle ve tekrarlarla nedenlerin araştırılmasında bilimsel teknikler bir yoldur; ama tek yol değillerdir. Birçok şeyi mantık kanunlarıyla buluruz. Hatta bilimsel metotlarda mantık kanunlarını kullanırlar. Hatta, “Bilim doğruya ulaşmanın tek kaynağıdır” iddiası da özünde bilimsel değil, felsefi bir ifadedir. Bu yüzden kendi kendini çürütüş olur.
İyi ya da kötü, bilim adamlarının aslında bize gösterdikleri şey şudur, “Bilim kendini felsefe üzerine bina eder! Bilim felsefeye mahkumdur.” Kötü felsefeye dayandırılan bilim kötüdür ve insanları gerçeğe değil, ancak boşluğa götürür. Şunu hepimiz fark etmeliyiz ki; bilim bir şey söylemez, bir iddiada bulunmaz; ama bilim adamları söyler. Bilim adamlarının bilimi hangi bakış açısıyla yorumladıklarına iyi dikkat etmeliyiz. Felsefesiz de bilim yapılamaz.
Yeni Hayat Formları:
“İlk okulda kurbağanın prense dönüşmesinin bir masal hikayesi olduğunu öğretmişlerdi. Üniversitede ise bunun gerçek olduğunu!” Ron Carlson
Jodie Foster’ın oynadığı Kontak (Contact) filmini birçoğumuz hatırlarız. Foster, SETI’de (Search for Extra-Terrestrial Intelligence – Dünya Dışı Akıllı Varlıklar Araştırma) çalışmaktadır. SETI gerçekte de var olan ve bu işi yapan bir kurumdur. Filmde Foster çok heyecanlanır, çünkü antenine asal sayılardan oluşan bir radyo dalgası takılmıştır. Heyecanının sebebi açıktır: Radyo dalgaları rastgeledir. Ancak asal sayılardan oluşan bir mesaj geliyorsa, bunu ancak akıllı varlıklar; yani uzaylılar gönderiyor olabilir. Kontak filmi; Gök bilimci, Bilim adamı ve Darwinci Carl Sagan tarafından yazılmıştır.
İroni şudur ki, sadece asıl sayıları içeren bir mesajın tesadüfen oluşamayacağını, mutlaka bir zeka sahibi varlık tarafından düzenlenip gönderilmiş olduğuna inanan bu bilim insanları, aynı tepkiyi ve çıkarımı bu muhteşem evren ya da canlı varlıklar için göstermiyorlar. Sagan’ın beyin hakkındaki şu sözlerine de burada yer vermek istiyoruz: ”İnsan beynindeki bilginin içeriğini bitlerle ifade etmek, herhalde beyindeki nöronların bağlantılarının miktarıyla karşılaştırılabilir olacaktır ve bu da yaklaşık yüzlerce trilyon bittir.”
Bunu İngilizce olarak yazmaya kalksanız, dünyanın en büyük kütüphanelerindeki 20 milyon cildi doldururdu. 20 milyon kitabın içerdiği bilgi, her birimizin kafasındadır. Beynin nörokimyası, hayrete düşürecek kadar meşguldür. İnsan yapımı en mükemmel makinenin devresinden çok çok daha harika. Yeni canlı türlerinin kökenini tartışmaya başlamadan önce, ilk canlı türünün kökenindeki problemi tekrar ziyaret etmek istiyorum. Tek hücreliden insan beynine uzanan yol, tabi ki çok uzun; ama cansız kimyasallardan canlı bir tek hücreliye giden yol, çok çok daha uzun bir yoldur.
İlk canlı nereden geldi?
Darwinciler için bu büyük bir sorun teşkil eder. Çünkü makro-evrimden bahsedebilmek için ilk önce elinizde bir canlı olmalıdır. Burada Darwincilerin ne kadar büyük bir problemlerinin olduğunu görüyorsunuz değil mi? Ama onlar, “işte öyle” derler, aniden ortaya çıkan nesillerden ya da, “panspermia”dan (yaşamın uzaydan geldiği hipotezi) bahsederler. Bundan sonrası belki de bilim de değil, sadece şakadır. Şu derin soruya hiçbir zaman makul bir cevapları yoktur: “Eğer Tanrı yoksa, neden hiçlik yerine bir şeyler var?” Tek hücreli varlıkları oluşturduğu iddia edilen kimyasallar nasıl var oldular, nasıl bir araya geldiler ve ne ölçülerde, nasıl birleştiler?
Mikro-Evrim Mi Makro-Evrim Mi?
Makro-Evrimin tek hücreli canlılardan, daha karmaşık canlılara geçerek kendi kendilerine evrilmeleri ve her şeyin ortak bir atadan geldikleri teorisi olduğunu daha önce söylemiştik. Bu Tanrı’nın müdahalesiyle olmamış, tamamen kör tesadüfi işlemlere başlıdır.
Burada bir şeyin altını çizmekte fayda var; bilim literatüründe, ‘teori’ dendiğinde, doğruluğu genel tarafından kabul gören ve genelde deneylerle doğruluğu ispatlanmış teoremler, varsayımlar anlaşılır. Halk dilindeki, ‘teori’ ile farklıdır. Bilimde kullanılan, ‘hipotez’ kelimesi halk dilindeki, ‘teorinin’ karşılığıdır ve önsav, kuram, faraziye manalarına gelir. Darwinciler bunun, “doğal seçilim” (natural selection) yoluyla olduğunu söylerler. Doğal seçilimin izahı ise uyum sağlayanın hayatta kalması olarak açıklanır. Bu açıklama doğru bir ifadedir ama hiçbir şey ispat etmez. Totoloji denen kısır döngülü bir argümandır.
Doğru, hangi canlı genetik ve yapı olarak daha güçlüyse, değişen doğa koşullarına daha iyi uyum sağlayacaktır ve ayakta kalacaktır. Ve tabii ki onların nesilleri devam edecektir. Mutasyonlar ile evrimi de karıştırmamamız gerekir. Mutasyonların neredeyse tamamı zararlıdır, yani iyiye değil, kötüye bir değişimdir. Doğal seçilim konusunu ve yapılan yorum farklılıklarını güzel bir örnekle açmak iyi olacaktır. Bakteriler antibiyotikle savaşıp bu savaşı kazandıklarında, geriye kalanlar çoğalırlar ve o antibiyotiğe karşı artık daha dayanıklı olabilirler. Hayatta kalan bakteri grubu, o antibiyotiğe karşı dayanıklıdır. Çünkü ebeveynleri bakteriler karşı koyacak genetik kapasiteye sahiptiler ya da nadir biyokimyasal mutasyonlar bir şekilde hayatta kalmalarına yardım etmiş olabilir. Ender diyoruz çünkü yukarıda dediğimiz gibi mutasyonlar neredeyse her zaman zararlıdırlar.
Böylece hassas bakteriler ölmüştür ve artık güçlü olanlar egemenlik sürmektedirler. Darwinciler hayatta kalan bakterilerin evrim geçirdiğini söylerler. Değişen çevreye uyum sağlayarak, bakteriler bize evrimin bir örneğini sunarlar. Buraya kadar doğrudur. Bu zaten gözlemlenebilir bilimin sunduğudur. Bu ne tür bir evrimdir? İşte bu soruya vereceğimiz cevap çok kritiktir. Aslında şimdiye kadar açığa çıkardığımız felsefi önvarsayımlar haricinde, yaratıcı-evrimci arasındaki en büyük uyuşmazlık ve kafa karışıklığına yol açan şey, ‘evrim’in nasıl tanımlandığıdır. İşte bu noktada Darwincilerin hatalı ve yanlış savları, bilimde gözlemin önemine inananlar tarafından kontrol edilmezlerse, nasıl bakteri gibi çoğaldıklarını görürüz. Gözlemler bize der ki: “Hayatta kalan bakteriler, her zaman bakteri olarak kalırlar!” Başka bir organizmaya dönüşmezler. Eğer dönüşselerdi, bu makro-evrim olurdu. Doğal seçilim asla yeni bir tür üretmemiştir.
Darwinciler eldeki verinin makro-evrim olduğunu iddia ederler. ”Gözlemlediğimiz mikro değişimlerden, gözlemlenemeyen makro-evrimin olduğu çıkarımını ispat etmiş oluruz” derler. Mikro ile makro arasında hiç ayrım yapmamış olurlar. Bu şekilde halkın düşüncelerinde herhangi bir organizmadaki en ufak değişimin, tüm türlerin tek hücreli bir canlıdan kendi kendine türediği fikrini ispatladığı algısını oluşturmaya çalışırlar. Darwincilerin bu tür taktiklerini halk artık yakalamaya başlamıştır. Özellikle Berkeley Üniversitesi Hukuk Profesörlerinden Phillip Johnson’un büyük yankı uyandıran Darwin Yargılanıyor (Darwin On Trial) kitabıyla, Darwincilerin yaptıkları hokkabazlıklar su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Johnson kitabında şunun altını çizer:
“Delillerin hiçbiri doğal seçilimin yeni türler, yeni organlar, diğer temel değişimler ya da kalıcı olan küçük değişimleri sağladığına inanılacak kadar hiçbir ikna edici neden sağlayamamışlardır. Biyolog Jonathan Wells’de buna katılarak şöyle yazmıştır, “Biyokimyasal mutasyonlar canlıların tarihinde gördüğümüz organizmalardaki büyük orandaki değişimleri açıklayamazlar.” Doğal seçilimin neden bunu gerçekleştiremediğinin beş nedenini sıralamak istiyorum:
Genetik Sınırlamalar:
Darwinciler tür içindeki mikro-evrimin türler arasındaki makro-evrime delil olduğunu söylerler. Eğer bu küçük değişimler bu kadar kısa zamanda oluyorsa, düşünün, daha uzun zamanlarda doğal seçilim daha neler yapabilir. Darwincilere kötü bir haber olacak, ama görünen o ki, genetik sınırlamalar türün içine bina edilmiş gibidir. Örneğin, köpek cinsi üretenler bununla her zaman karşılaşırlar. Köpek cinsleri minik çivavalardan (chihuahua) büyük Danelere kadar değişebilir. Ancak ne kadar bilerek başka türlere geçiş denense de, bu başarısız olmaktadır. Köpek her zaman köpek olarak kalmaktadır. Aynı deney, ömürleri çok kısa olan ve böylece daha kısa zamanda nesilden nesile kalıtımın gözlenebileceği, meyve sineklerinde de yapılmıştır ve aynı şekilde başarısız olmuştur (genelde sakat sineklere üretilmiştir).
Döngüsel Değişimler:
Tür içindeki değişimler genetik sınırlamalara tabi oldukları gibi, aynı zamanda döngüseldirler. Yani bir canlıdaki değişim hiçbir zaman, makroevrimin ihtiyacı olan, yeni bir canlı oluşturmaya doğru bir değişim değildir. Sadece belli bir aralıkta gidip gelirler. Örneğin; Darwin’in saka kuşlarının gagalarının uzunlukları, havanın yağış durumuna göre değişiklik gösterirler. Kuraklık olduğu zamanlarda, çiçekleri derinindeki yumuşak tohumlara ulaşmakta daha avantajlı olan uzun gagalı sakalar artış gösterir. Bol yağmurlu dönemlerde oran tersine döner. Dikkat ettiyseniz, başka bir tür ortaya çıkmadı. Başka bir değişle; doğal seçilim belki türlerin nasıl hayatta kaldıklarını izah edebilir. Ancak nasıl ortaya çıktıklarını izah edemez.
Sadeleştirilemez Karmaşıklık
1859’da Charles Darwin şöyle yazmıştı, “Eğer, herhangi karmaşık bir organın bir sıra, peş peşe gelişerek, ufak düzeltmeler olmasızın var olduğu gösterilebilinirse, benim teorim çöker!” Biliyoruz ki günümüzde bu tarife uyan birçok organlar ve sistemler var. Bunlardan biri hücredir. Darwin için hücre bir, “kara kutu”ydu. Ama günümüzde hücrenin derinliklerine inebiliyoruz.
Lehigh Üniversitesi Profesörlerinden Michael Behe, Darwin’in Kara Kutusu: Biyokimyanın Evrime Meydan Okuması kitabında bu konuyu ele alır. Behe’nin araştırmaları doğruluyor ki canlılar gerçekten, hayatın bir dizi işlemini üreten moleküler makinelerle doludurlar. Bu moleküler makineler sadeleştirilemez karmaşıktırlar. Yani bu makinenin işleyebilmesi için tüm parçalarının tamamen son hallerini almış olarak; aynı zamanda, doğru yerde, doğru ölçülerde, doğru sıralamada olmaları gerekmektedir.
Buna bir örnek olarak araba motorunu düşünebilirsiniz. Eğer pistonlardan birinin ölçüsünü değiştirecek olursanız, motorun çalışabilmesi için aynı anda kam şaftını, ayırıcı bloğu, soğutma sistemini, motorun tüm bölmelerini modifiye etmeniz gerekecektir. Behe kitabında tüm yaşayan canlıların bu araba motoru gibi sadeleştirilemez karmaşıklık olduğunu göstermiştir. Behe özenli bir detay ile, birçok vücut fonksiyonlarının -örneğin; kan pıhtılaşması, silia (hücreleri hareket ettiren organizma), görme vs.- Darwinci tarzda dereceli şekilde olamayacak, sadeleştirilemez karmaşıklıkta sistemler gerektirdiğini göstermiştir. Neden? Çünkü ara formlarda vücut işlemez, sistem işlemez, hayat devam edemez. Eksik parçalı bir motorla arabayı yürütemeyeceğiniz gibi.
Canlılardaki sadeleştirilemez karmaşıklık akıl almayacak kadar çoktur. Mesela, DNA’yı oluşturan genetik alfabesi A, T, C ve G harflerinden her insanın sadece bir hücresinde 3 milyar çift vardır. Vücudunuzda trilyonlarca hücre vardır. Her saniye milyonlarca hüre yenilenir. Bunların her biri sadeleştirilemez, karmaşıklıktır. Her biri; sadeleştirilemez, karmaşıklık olan alt sistemler içerir. Behe kitabında Darwincilerin boş iddialarını ortaya çıkarır. Söyle der: “Darwinci moleküler evrim fikri bilime dayalı değildir. Bilim literatüründe -dergi, kitap, vs- hiçbir yayında gerçek ve karmaşık bir biyokimyasal sistemin nasıl moleküler evrim geçirdiğini ya da geçirmiş olabilleceğini betimlemez. Böyle bir evrimin gerçekleştiğine dair savlar vardır. Ancak bunların hiçbiri uygun deney ya da hesaplamalarla desteklenmemiştir. Doğrusu Darwincilerin moleküler evrim konusundaki iddiaları kuru gürültüden ibarettir.”
Geçiş Formlarının Hayatta Kalamayacak Olmaları
Bir diğer problemde; geçiş türlerinin hayatta kalamayacak olmalarıdır. Örnek olarak; Darwincilerin savları olan kuşların sürüngenlerden çok uzun bir zamanda türedikleri iddiasındaki yarı kanatlı yarı sürüngen olan bir ara formu düşünün. Böyle bir türün hayatta kalması imkansızdır. Her bir tüyde sadeleştirilemez karmaşıklıktır. Böyle zavallı bir hayvan hem suda, hem karada, hem havada çok kolay bir av olacaktır. Bu ara formda kendisi için ne tür yem bulma konusunda da büyük ihtimalle adapte olamayacaktır. Yani Darwinciler için iki aşamalı bir problem vardır. İlki, sürüngenden kuşa geçiş için geçerli bir mekanizma yoktur. İkincisi, böyle bir mekanizma olsaydı da, geçiş formlarının hayatta kalmaları çok zor bir ihtimal olacaktı.
Moleküler İzolasyon
Darwinciler sık sık tüm canlıların DNA taşımalarının ortak atamızın olduğunun delilidir derler. Örneğin; Darwincilere göre maymun ve insan DNA’ları arasındaki kimilerine göre %85, kimilerine göre %95 oranındaki benzerlik; atadan gelen bir akrabalığı gösterir. Ancak fare ve insan DNAsında da %90 oranında bir benzerlik vardır. O zaman nasıl yorumlayacağız. Doğru tüm canlılar DNA taşır ve benzerlikler vardır. Ancak acaba ortak genetik kod aynı Yaratıcının, aynı biyosferde yaşamamız için bizleri tasarladığının bir göstergesi olmasın!
Nihayetinde, eğer yaşayan canlılar biyokimyasal olarak birbirlerinden çok farklı olsalardı, büyük olasılıkla besin zinciri olmayacaktı. Belki de değişik bir biyokimyasal yapıda yaşam mümkün değildir. Eğer olsa bile bu biyosferde hayatta kalması mümkün olmayabilirdi. Sıraladığımız bu beş başlıkta doğal seçilimin yeni canlı türlerini yaratamayacağının ispatını yapmış olduk.
Şimdi kısaca fosil bulgularının geçiş türleri konusunda sergilediği sorunlara değinmek istiyorum. Darwin bizzat kendisi bu konuda şöyle demiştir, “Neden öyleyse her jeolojik yapı ve katmanlar bu tür ara türlerle dolu değildir? Jeoloji açıkçası böyle düzgün olarak derece derece gelişmiş organik bir zincir sağlamamaktadır. Belki de bu benim teorime karşı en açık ve şiddetli itirazdır”. Darwin daha sonraki fosil bulgularının teorisini doğrulayacağını düşünüyordu. Ama zaman onu haksız çıkardı. Medyada duyduğunuzun aksine fosil kayıtları Darwinciler için tamamen bir fiyaskodur. Eğer Darwinci iddialar doğru olsaydı, binlerce değil milyona yakın ara tür fosilleri bulunmalıydı.
Aksine, yakında hayatını kaybeden Harvardlı paleontolog (taşılbilimci) Stephen Jay Gould’e (evrimci) göre: Çoğu fosil türlerinin tarihi özellikle dereceli evrimle uyuşmayan iki özellik içerir: 1- Staz: Çoğu soyu tükenen tür hayatta kaldıkları sürede hiçbir şekilde belli bir doğrultuya doğru değişim göstermezler. Fosil kayıtlarında ilk görüldüklerinde ve yok olduklarında aşağı yukarı aynı şekildedirler. 2- Aniden Ortaya Çıkma: herhangi bir yerel bölgede, herhangi bir tür dereceli olarak, atalarından düzenli bir değişimle ortaya çıkmaz; birden ve tamamen oluşmuş olarak ortaya çıkar.
Gould aslında Yaratıcı inancına sahip olanların görmeyi umdukları şeyi ortaya koymuştur. Ama Gould yaratıcı teoremini adapte edeceği yerde, Darwincilerin aşamalı evrim teorisini de reddederek kendine has bir, “Punctuated Equilibria” (PE) adını verdiği türlerin çok kısa zamanda hızlı bir şekilde evrildiklerini iddia etmiştir. Tabiki Gould’un bunu dayandıracağı herhangi bir doğal mekanizma veya gerekli fosil kayıtları yoktur ancak ateizmini oturtacağı Latince bir teoreme ihtiyacı vardır. Bu bölümü ünlü İngiliz filozof, romancı ve Oxford İngiliz Edebiyatı profesörü C.S. Lewis’in Özde Hristiyanlık kitabından bir alıntıyla tamamlamak istiyorum:
“Yaşam Gücü felsefesi, Evrim ya da Gelişen Evrim görüşlerinden de söz etmeliyim. Bu konulardaki en zekice açıklamalar Bernard Shaw’un, ama en derin olanları Bergson’un eserlerinde bulunur. Bu görüşe sahip olanlar, bu gezegendeki yaşamın, en basit canlılardan insana kadar küçük değişikliklerle evimleştiğini öne sürerler. Bunu da Yaşam Gücünün, ‘gayretine’ ve ‘amaçlılığına’ bağlarlar. İnsanlar böyle bir görüş öne sürdüklerinde, onlara Yaşam Gücüyle kast ettikleri şeyin bir aklı olup olmadığını sormalısınız.
Eğer aklı varsa, yaşamı var eden ve yetkinliğe erdiren gerçekten de Tanrı’dır ve görüşleri dinsel görüşe benzerdir. Eğer aklı yoksa o zaman akılsız bir şeyin, ‘gayret’ ve ‘amaçlılık’ gösterdiğini söylemenin ne anlamı olduğunu sorarsınız. Bu onların görüşleri için ölümcül bir darbedir. İnsanların yaratıcı Evrimi bu denli ekici bulmalarının nedeni, onlara Tanrı’nın varlığına inanmanın hoş olmayan sonuçlarını düşünmeden duygusal rahatlığını tattırmasıdır. Yaşam Gücü hayal gücünün bu dünyadaki en önemli başarısı mı?”