Şiddet
Sevgili ziyaretçimiz, bu makalemizde “Şiddet” kavramını Hristiyan bakış açısıyla irdeleyeceğiz. Bizim temel kaynağımız Tanrı sözü olan İncil’dir. Eğer kargo dahil ücretsiz İncil almak isterseniz aşağıdaki linkten formu doldurmanız yeterlidir. Size iyi okumalar diliyoruz.
Şiddet İçin Kimi Suçlayalım?
Ne zaman bir terörist saldırısı, bir polis şiddet olayı ya da bir savaş haberi olsa; hemen tüm sosyal gruplar, dini gruplar, hatta devletler; başkalarını suçlama ve kendilerini temize çıkarma moduna girerler. ”İşte polis şiddeti” denir, ”emperyalist politikalar, kominist idealistler” denir, ”aşırı dinciler, her türlü radikaller, gizli güçler” denir, hatta filmlerdeki ve video oyunlarındaki şiddetin öne çıkarılmasından bahsedilir. Bunlar yargılanır ve suçlu bulunur.
Daha Sonra tabi beklenildiği gibi her grup: “terörü lanetliyoruz!” diye haykırır.
”Şiddeti şiddetle kınıyoruz! Biz asla böyle şeyleri uygun görmeyiz. Programımızda, politikamızda, gündemimizde bunlar asla yer almaz” gibi söylemlere başlarlar. Başka bir deyişle, bu olaylar her zaman başka birinin hatasıdır ve başkasının uğraşması gereken bir problemdir. ”Ben ve yoldaşlarım bu konularda kusursusuzdur. Bizim grubumuzu asla kimse suçlayamaz…”
Böyle bir reaksiyon vermemizin sebebi korkmamızdır. Eğer politik ve sosyal düşmanlarımız bizde bir hata yada zayıflık keşfederlerse hem biz hem de haklı davamız, güç ve prestij kaybedecektir. Tabiki buna müsaade edemeyiz. İmajımız için bizim kesinlikle haklı olduğumuzu ve geri kalan herkesin tamamen yanlış olduğunu savunuruz.
Ama hiç düşündük mü, acaba herkes başkasının yüreğini yargılamak ve suçlamak yerine, kendi kalbine baksa; şimdi ülkemiz neye benzerdi?
Fyodor Dostoyevski’nin, “Karamazov Kardeşler” kitabını pek çoğumuz biliriz. Kitabın, dindar bir filozof olan Elder Zosima ile öğrencisi Alyosha Karamazov karakterleri sizi hemen sarar. Bu konu en güzel, Zosima’nın keşiş öğrencisiyle yaptığı şu konuşmasında ifade edilmiştir: “Biz, buraya gelip kendimizi dört duvar arasına hapsettik diye, dış dünyadakilerden daha kutsal değiliz. Aksine, buraya gelen her kişi, burada olmasının sebebi budur zaten, bilir ki dünyada bulunan herkesten, yeryüzünde yaşayan herkesten daha kötüdür.”
Düşünüyorum da, Zosima, o zaman keşişlere söylediklerini, şimdi kiliselerde söyleyebilir miydi? Dış dünyada olanlardan daha kutsal değiliz! Biz kiliseye geliyoruz, çünkü bizler de günahkar ve zayıfız. Ruhsal olgunluğun bir göstergesi, eğer Aziz Pavlus’u örnek alıyorsak, baş günahkar (günahkarların en kötüsü) olduğumuzu anlamaya başlamaktır.
Zosima/Dostoyevksy durumu daha da ileriye taşır, “Ancak kişi sadece dünyadaki herkesten daha kötü olduğunu değil, tüm insanların önünde, herkes adına ve herkes için, tüm insanlığın günahları için -tüm dünyanın ve her bir kişinin- suçlu olduğunu bildiğinde; birlik olmamız mümkün olur. Bilmeniz gerekir ki, kıymetli dostlarım, şüphesiz ki dünyada her birimiz, dünyadaki herkes için ve herkes adına suçluyuz ve sadece dünyadaki genel suçlardan dolayı değil; ama kişisel olarak, her birimiz, tüm insanlar için ve dünyadaki her bir insana karşı…”
Bu görüş bir şekilde şunu ileri sürer; bizler sorumluyuz. Polis şiddetinden de; varoşların çöküşünden de; güvenlik güçlerine karşı olan sempati eksikliğinden de; şiddet kültürünü yanlışlıkla da olsa besleyen sağcısından solcusuna tüm politikacılardan ve sosyal aktivistlerden de; ve daha nicelerinden…
“Tüm insanlar için ve dünyadaki her bir insana karşı.”
Dürüst olmak gerekirse bunun tam ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bizler bireysel dünya görüşüne o kadar kilitlendik ki, Dostoyevsky’nin düşüncelerini kavramak çok güç. Ama onun önemli bir şey yakaladığını seziyorum ve biz aşırı bireysel Hristiyanlar buna önem verirsek, bilgece davranmış oluruz.
Şöyle bir hikaye var, 20. yüzyılın başlarında The Times of London, meşhur yazarlara, “Günümüzde, dünyamızda yanlış olan nedir?” diye bir soru sordu.
Büyük Hristiyan inanç savunucusu G. K. Chesterton şöyle bir yanıt gönderdi:
”Değerli Bayım;
Benim.
Saygılarımla,
G.K. Chesterton.”
Daha çok insan birbirini suçlamayı bırakıp, kendi günahkarlığının bilincine varmadan, suçladığımız insanlarla aynı şartlarda olsak; büyük ihtimalle aynı şeyleri yapacağımızı düşünmeden, bu kine, karşılıklı suçlama palavralarına ve artan şiddete karşı fazla yol alabileceğimize inanmıyorum.
Abraham Lincoln de bu konuda iyi bir modeldir. Çünkü kendisi derinden alçakgönüllülüğü benimsemiştir. İkinci başkanlığının yemin töreninde, Amerikan İç savaşının her iki tarafını da azarlamayı reddetmiştir:
“Her iki tarafta aynı Kutsal Kitap’ı okur, aynı Tanrı’ya dua eder ve birbirleri için yardım dilerler. İnsanların Adil olan Tanrı’dan, karşılarındaki adamların yüzünden akan terden geçimini sağlamaları için yardım istemeleri tuhaf gelebilir, ancak yine de yargılamayalım ki; yargılanmayalım.”
Lincoln’un başkanlığı örneğinde olduğu gibi, başkasını yargılamamız, doğru bildiklerimizi yaptığımız anlamına gelmez. Ama şöyle yaparız: ”kimseye karşı kötü niyetle değil, herkesin iyiliği için ve Tanrı’nın görmemizi sağladığı doğruluğun metaneti ile” ve “içinde çalıştığımız işi bitirmeye gayret ederek.” Başka bir ifadeyle, her ne kadar doğru ve adil olduğuna inandığımız şeyleri söylesek ve ona göre hareket etsek de; bir şekilde kendimizin de problemin bir parçası olduğumuzun ve herkese karşı sorumluluklarımızın olduğunun farkındayızdır.
Karşı tarafın kıt görüşlerinden, dalaverelerinden ve yalanlarından çıkar sağlayan ideologların, yakın zamanda bu taktiklerini değiştireceklerinden pek umudum yok. Katılaşmış bir yüreği kim yumuşatabilir? (Tekrar itiraf etmeliyiz ki, ancak Tanrı ile her şey mümkündür).
Bir umudum var aslında: Bütün bunların içersinde, Hristiyanlar belki İsa Mesih’in radikal sözlerini fark edebilirler. Lincoln’un sergilediği alçakgönüllülüğe bizi itecek olan bu radikal söz, “tövbe”dir. Her şeyden önce, İsa Mesih’in peygamberliğinin ilk sözleri, “Tövbe edin, çünkü Tanrı’nın egemenliği yaklaştı” dır. O egemenlik gelene kadar, bu ilk söz, ilk söz olarak kalacaktır.